sanırım beni birden uyandıran şey kokuydu.
orada (tıpkı hayvanat bahçesi gibi) pis kokusu vardı çaresizliğin,
ve korkulu bir umudun, ayrıca da kokmuş bir saplantının
ki bu da pis kokan ikisinin bir karışımıydı sanki.
benim hayalperest burnum biraz abarttı belki de;
ışıl ışıl aydınlık bir salonda açtım gözlerimi.
hatırlıyor musun beni götürüp gösterdiğin
glasgow borasası'nı? oraya benziyordu.
çevremde yivli sütunlar vardı, krem rengi ve altın sarısı,
bunların üzerinde kemerli bir tavan, mavi ve beyaz,
oradan sarkan parlak kristal avizeler
aşağıdaki her şeyi pırıl pırıl aydınlatıyordu;
şık insanların rulet oynadığı altın masayı.
duvarların dibinde divanlar vardı, kırmızı peluş,
orada daha şık insanlar oturuyordu, ve biri de bendim.
ve weddernburn yanımda dikiliyordu,
ve hemen yakınımızdaki masaya dikmişti gözlerini,
ve "görüyorum. görüyorum. görüyorum" diye mırıldanıyordu.
uykusunda konuşuyor sandım gözleri açık halde,
benim yaptığım gibi. dedim ki,
(yumuşak ama kararlı bir şekilde) "otelimize gidelim,
sevgili duncan. seni yatağa yatıracağım."
dik dik baktı bana, sonra başını yavaş yavaş salladı.
"henüz değil. henüz değil. yapacağım bir şey var.
biliyorum içinden hor görüyorsun benim beynimi-
kamışımın bir uzantısından ibaret
ve taşaklarım kadar işe yaramaz sanıyorsun ou.
söyleyeyim sana, bella, şimdi bu beyin
güçlü bir olay yakaladı diğer herifler şans diyor buna
çünkü yakalayamıyor onlar bunu. şimdi görüyorum ki
tanrı, kader, alınyazısı, tıpkı talih ve
şans gibi
ciddi bir isim yazan etiketlerin altında
cehaleti yücelten lakırdılar.
kalk kadın ve benimle birlikte oyuna katıl!"
masadakiler başlarını çevirip uzun uzun baktılar
biz yaklaşırken.