kubilay: bana anlattığın bütün ülkeleri ne zaman vakit buldun da gördün bilmiyorum. bu bahçeden hiç ayrılmamışsın gibi geliyor bana.
polo: benim gördüğüm ve yaptığım her şey, kafamda, bu bahçedeki aynı sükûnetin, aynı alacakaranlığın, sadece yaprak hışırtılarının bozduğu aynı sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde anlam kazanıyor. yaşamım timsahlarla yemyeşil bir nehrin akıntısına karşı boğuşmakla ya da gemi ambarlarına indirilen tuzlu balık fıçılarını saymakla geçse de, düşünmek için dikkatimi yoğunlaştırdığım an kendimi akşamın bu saatinde hep bu bahçede, senin yüce huzurunda buluyorum.
kubilay: ben burada olduğumdan emin değilim, senin bana anlatacağın ülkeleri fethetmek için ordumun başında kan ter içinde at koşturacak ya da kuşattıkları kalenin surlarına merdiven dayayan savaşçıların parmaklarını uçuracak yerde, burada, fıskiyelerin yankısını dinleyerek kırmızı mermer çeşmelerin arasında mı dolaşıyorum bilemiyorum.
polo: belki de bu bahçe yarıya inmiş gözkapaklarımızın gölgesinde yaşıyor sadece, oysa ikimiz de hiç aralıksız sürdürdük kendi işlerimizi: sen savaş meydanlarında tozu dumana katmayı, ben uzak pazarlarda karabiber ticaretini; ama gürültü patırtının, kalabalığın ortasında ne zaman gözlerimizi şöyle biraz kapatsak, görmekte ve yaşamakta olduğumuz şeyleri gözden geçirmek, bir sonuca varmak, uzaktan bakmak üzere ipek kimonolarımızla buraya çekilmek hakkı doğuyor ikimize de.
kubilay: belki de bu konuşmamız şu anda çöpleri karıştıran, buldukları paslanmış kırık eşya, kumaş ve kağıt parçalarını bir araya toplayan kubilay han ve marco polo adlı iki meczup arasında geçiyor, kötü bir şaraptan birkaç fırt çekip sarhoş olmuşlar, doğu'nun tüm hazinelerinin karşılarında parladığını görüyorlar.
polo: belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de yüce han'ın sarayının asma bahçesi kaldı. onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içeride hangisi dışarıda belli değil.